Bir ülkenin iki temel unsuru vardır: devlet ve toplum. Bu iki unsur, birbiriyle ne kadar uyumlu ve bütünleşik olursa, ülke de o kadar büyük, sağlam ve güçlü olur. Devlet ve toplum, birbirini tamamlayan ve ancak birbiri ile var olabilen şeylerdir. Geçmişten günümüze dünya tarihine bakıldığında; devlet ve toplum ilişkisinin nereden gelip nereye gittiğini, nasıl bir süreç izlendiğini ve devlet ile toplum etkileşiminin birçok örneğini görmek mümkündür.
Bu iki kurucu unsurun, yani devlet ve toplumun, hem kendilerinin nasıl olması gerektiğinin, hem de aralarındaki ilişkilerin ne şekilde cereyan edeceğinin ortaya konulması çok önemlidir. Devlet nizamını ve toplum düzenini sağlayacak normların belirlenmesi ile devlet ve toplum arasındaki münasebetlerin belli kurallara bağlanması hayati önem taşır.
Devlet, ne kadar mükemmel işlerse, toplum da o kadar mutlu olur. Devlet işlerinin iyi yürütülmesi, huzurlu bir toplum için en öncelikli şarttır. Kötü yönetilen bir devletin, mutlu ve huzurlu bir toplum üretmesi düşünülemez. Devlet ve toplum, birbirini tamamlayan bir bütünün ayrılmaz iki parçasıdır. Her ikisi de birbirini doğrudan etkiler; ya olumlu tesir ederek ilerlemesini sağlar ya da olumsuz tesir ederek gerilemesine neden olur. Yönleri ters olamaz. Yani birinin istikameti iyi iken; diğerinin istikameti kötü olamaz ya da birinin istikameti kötü iken diğerinin istikameti iyi olamaz. Devlet ve toplumun ya her ikisi birden sağlıklı olacaktır ya da her ikisi birden hasta olacaktır. Ya sağlıklı olan, hasta olanı iyileştirecektir ya da hasta olan sağlıklı olanı hasta edecektir. Etle tırnak gibi olan devlet ve toplum, birbirinden bağımsız düşünülemez.
Devlet ve toplum meseleleri, ayrı ayrı ele alınamaz. Devletin ve toplumun kendine has sorunları varmış gibi görünse de, nihai sonuç olarak bu sorunların hepsi bir arada düşünülmelidir. Siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve benzeri tüm meselelerin, hem bir devlet yönü, hem de bir toplumsal yönü vardır. Birbirinden bağımsız ve ayrık düşünülemeyen devlet ve toplum, sorunlar karşısında aynı ya da benzer tepkiler gösterirler. Eğer sorunlar karşısında devlet ve toplum farklı farklı tavır alıyorsa ve hatta birbirine muhalif davranışlar sergiliyorsa, orada çok önemli bir sorun var demektir. Çünkü; aynı sorun karşısında farklı refleks göstermek, birbirleriyle kaynaşamamış devlet ve toplumları işaret eder. Aynı coğrafya üzerinde hayat bulan ve birbirinin içine nüfuz ederek yaşayan iki yapının, çok uzun bir zaman geçmesine rağmen, aynı hissiyatı ve fikriyatı paylaşamaması çok hazin bir tablo çıkarır ortaya.
Devlet ve toplum, yaşadıkları sorunlar karşısında ortak hareket etmeyi başarabildikleri takdirde; en iyi, en uygun ve en kalıcı çözümleri üretmiş olurlar. Bu noktada, devletin ve toplumun aynı dili konuşması önemlidir. Kendi arasında ortak bir dil geliştirememiş olan devlet ve toplum, anlaşmakta zorlanacak ve birbiri ile iletişim kuramayacağından, birbirini de dinlemeyecektir. Devlet ayrı telden, toplum ayrı telden çalıyorsa, her biri de sadece kendi çaldığını dinliyorsa, ortalık curcunaya döner. Devlet kendi kafasına göre takılırsa, toplum kendi kafasına göre takılırsa, her kafa kendine göre bir hayat yaşamaya kalkarsa vay o ülkenin haline…
Devlet ve toplum birlikteliğinin, ideal manada olmasa dahi, en azından asgari ölçülerde birbirlerine nüfuz etmesi ve birbirlerini kuşatması beklenir. İdeal anlamda birbirleri ile yekvücut olmayı başaran devlet ve toplum modeli, birçok ülke için hayal olsa da dünyadaki bazı ülkeler için hayal olmaktan çıkmış ve ulaşılabilir bir hedefe dönüşmüştür. Devletin ve toplumun birbirini kucaklayıp bağrına basması, böylelikle ayrılmaz ve bölünmez bir bütünlük oluşturması; bazı ülkeler için büyük ölçüde gerçekleştirilmiş bir amaç iken; bazı ülkeler için erişilemez bir bilinç düzeyini ifade etmektedir.
Devlet, toplumun vazgeçilmesi; toplum da devletin vazgeçilmezidir. Hukuk, bu vazgeçilmezliklerin en ideal şekilde yürütülmesini sağlar. Hukuk, Hak ve Adalet temelinde üretilmişse ve yine Hak ve Adalet esasına göre uygulanıyorsa; o ülkede işler gayet yolunda demektir. Hem devlet hem de toplum, Hak ve Adalet paydasında birleştikleri takdirde, çok güçlü bir ülke inşa edilmiş olur. Böyle bir ülkenin, ne içeriden ne de dışarıdan yıkılması mümkün olmaz. Ne zamanki, devlet ya da toplum veya her ikisi birden Hak ve Adaletten kopmaya başlar, işte o zaman ülke içten içe çürümeye ve güçsüz düşmeye doğru gider. Hak ve Adaleti terk eden bir devletin veya toplumun, tekrardan Hak ve Adaleti talep etmeye başlaması, yeniden Hak ve Adaleti uygulaması çok uzun zaman alır. Kaybedilen değerlerin yerine konması çok ama çok zordur.
Hak ve Adalete dayanmayan hukuk hiçbir işe yaramaz. Haktan ve Adaletten bahsetmeyen hukuk yok hükmündedir. Hukukun Hak ve Adaletten sapması, ne devlete fayda sağlar ne de topluma. Bu çelişkiden tek faydalanacak olanlar, devlet ve toplum arasındaki bir grup mutlu azınlıktır. Hak ve Adaletle yoğrulmuş bir hukuk, hem devletin hem de toplumun geleceğe güvenle bakmasının teminatıdır. Hak ve Adaletten uzak olarak hazırlanmış hukuk normlarını, ne devlet ne de toplum içselleştiremez. Benimsenmemiş hukuk normları, devletin ve toplumun hem kendi kendilerini hem de birbirlerini kandırmaları anlamına gelir ki, ülke bu durumdan çok büyük zarar görür.
Hakka ve Adalete uymak, bazen zor gelebilir insana. Hakkın ve Adaletin hikmetine vakıf olmak, Hakkı ve Adaleti hukukun içine tam manasıyla yerleştirmek her insanın harcı değildir. Hak ve Adaletin peşinden koşmanın meşakkatine katlanmak, bu uğurda karşılaşılacak bir sürü zorluğa göğüs germek kolay iş değildir. Hak ve Adalete yöneldikçe, değişmemekte direnen ve mevcut kötü yapının devam ettirilmesinde ısrarcı olan kitle ve kurumlarla mücadelenin zorlukları insanı yıldırabilir, Hak ve Adalete olan inancının zayıflamasına sebep olabilir. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, her zaman için Hak ve Adaletin takipçisi olmak, her daim Hak ve Adaletin kazanması için mücadele etmek; en nihayetinde devleti ve toplumu Hak ve Adalet düzleminde birbirleri ile bütünleştirmek en önemli amaç olmalıdır.
Devlet ve toplum, gerçek manada bütünleşememişse yani devlet ve toplum birbirinden kopuksa; bunun en önemli nedeni, devletin ve toplumun üzerinde var olduğu hukuksal zeminin, Hak ve Adalet esaslarına göre değil, kişisel çıkarlar ve şahsi ihtiraslara göre şekillenmesidir. Hukuk, Hak ve Adaletin tecelli etmesi için değil de; insanların egolarını yüceltmesi, bencilliklerini tatmin etmesi, doymak bilmez aç gözlerini doyurmaya çalışması için kullandıkları bir yol halini almıştır. Hukuk, herkesin kendi işine geldiği şekilde yorumladığı ve uyguladığı bir şeye dönüşmüştür. Hatta daha da ileri gidilerek; gücü elinde bulunduranlar, yorum yapmaya bile gerek duymamakta, işine gelmeyen hukuk normlarını doğrudan yok saymakta ve göstermelik dahi olsa uygulama zahmetine bile katlanmamaktadırlar. Bunun neticesinde; devlet ve toplum arasındaki uçurum her geçen gün büyümektedir.
Devleti yöneten kişiler de, toplumu oluşturan bireyler de, hepsi bu ülkenin vatandaşıdırlar. Bu insanların tümü, yan yana ve iç içe yaşamaktadırlar. Aynı ülkenin vatandaşları arasındaki bu kopukluk çok anlamsızdır ve çok saçmadır. Bu anlamsızlığı ve saçmalığı gidermenin öncelikli yolu; Hak ve Adalet esaslarına göre yapılmış hukuk temelinde, devlet ve toplumun gerçek manada bütünleştirilerek; sosyal, siyasal ve ekonomik olarak statüsü ne olursa olsun, tüm ülke vatandaşlarını tek bir düzlemde konumlandırmaktır. Bu sayede devlet ve toplum tek vücut olacak, ülkenin tüm vatandaşları birbirleri ile kenetlenecektir.
Devletin ve toplumun, bütünleşmeyi hakiki manasıyla başarmış olduğu zamanlarda, ülkenin siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, sanatsal, teknolojik ve benzeri her alanda büyük gelişmeler yaşadığı ve ilerlemeler kaydettiği görülür. Hak ve Adaletten sapılmadığı sürece, hukukun üstünlüğü zedelenmediği müddetçe gelişme ve ilerleme devam eder. Lakin; Hakka, Adalete ve hukuka verilen değerin azalması, gereken ehemmiyetin gösterilmemesi; yozlaşmayı, kokuşmayı ve çürümeyi de beraberinde getirir. Bu kötü döneme girince, artık tekrardan iyiye dönmek oldukça zordur.
Devlet ve toplum bütünleşmesini yeniden başarmak mümkündür. Ancak bunun için öncelikle zihinlerde büyük bir devrim yapmak gerekir ki; işte bu çok zordur. Çünkü insanların zihinlerini değiştirmek hiç de kolay değildir. Son birkaç yüzyıllık zaman diliminde, insanların zihni öylesine kirletilmiştir ki; yalan ve yanlış birçok şey, hayatın en temel kurallarıymış gibi insanların zihnine işlenmiştir. Gelinen nokta itibariyle, toplumun ve bireyin belleğine yerleşmiş bu paradoksların, çelişkilerin ve saçmalıkların temizlenmesi çok uzun bir zaman alacaktır.
“Devlet ve toplum zaten bir bütündür; bu ülke, devletiyle ve milletiyle bu vatan topraklarında yüzyıllardır birlikte var olmuştur.” diyerek, Türkiye’de devletin ve toplumun bütünleşememesine anlam veremeyenler olabilir. Bu nedenle; çok somut ve herkesçe çok iyi bilinen iki örnek üzerinden duruma açıklık getirmekte fayda vardır. Şöyle ki; “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” ve “Torpilsiz memur olunamaz” sözleri ile ne anlatılmak istenmektedir, güzelce izah edilmelidir.
“Devletin malı deniz, yemeyen keriz” ne demektir? Bu ülkede yaşayan herkesin çok iyi bildiği ve ne yazık ki bazılarının da çok güzel uyguladığı; neredeyse atasözü haline gelmiş bu cümle ne anlama geliyor? Bir ülkede insanlar, devletini yağmalanacak bir mal olarak görüyorsa; burada devlet ve toplum bütünleşmesinden bahsedilebilir mi? İnsan neyi yağmalar, kendisine ait görmediği bir şeyi. Bu toplum; devletini, kendisinin olarak görmüyorsa eğer; bu devlet kimindir o zaman? Bu ülkede yaşayan insanlar, şayet devletini yağmalamak istiyorlarsa; o zaman bu devlet, bu ülkede yaşayan insanlara ait değil demektir. Bu devlet, bu ülkede yaşayanlara ait değilse; bu devlet kime aittir? Bu ne yaman bir çelişkidir böyle… İnsanlar, devleti sahiplenmiyorsa; toplum, kendisini devletin sahibi olarak görmüyorsa eğer, ortada büyük bir tezat var demektir. Bu devletin sahibi, bu ülkenin insanları değilse eğer; bu devletin sahibi kimlerdir peki?
Buradaki temel sorun şudur: “Toplum, bu hukuk düzeninde kendisini, devletin sahibi olarak göremiyor.” Mevcut hukuk düzeninde tarif edilen devlet ve yine mevcut hukuk düzeninde belirlenmiş olan devlet – toplum ilişkilerine göre toplum, devletini sahiplenemiyor. Kanunlar, devleti ve toplumu birbiriyle bütünleştirmekten uzak, adeta devleti ve toplumu birbirinden ayrıştırmak için yapılmış. Toplum, hali hazırdaki kanunlara bakarak; “Evet, bu devlet benim devletimdir, ben devletimi ne yağmalarım, ne de başkalarına yağmalatırım.” diyememektedir. Bunun nedeni ise aslında oldukça basittir: “Mevcut kanunların, Hak ve Adalet esaslarına göre yapılmamış olmasıdır”
“Torpilsiz memur olunamaz” ne demektir? İnsanlar bu yargıya nasıl varmışlardır? Bu yargının toplumda genel kanaat haline gelmesi için, uzun yıllar boyunca ve istisnasız olarak uygulanmış olması gerekir. Evet, ne yazık ki öyle olmuştur. Yaklaşık iki yüzyıldır, bu ülkede devlete ancak ve ancak torpili olanlar memur olarak girebilmiştir. Bunun istisnası olmamış mıdır? Tabi ki olmuştur. Lakin bu istisnalar o kadar azdır ki; toplumun genel kanaatini etkilemekten çok çok uzaktır.
Pekiyi; devlet, neden memurunu işe torpille alır? İşte kritik soru budur. Çünkü devlet, bu toplumu oluşturan insanların tümünü sahiplenmez. Bu toplumu oluşturan her birey, devletin vatandaşıdır; ancak devlet, tüm vatandaşlarına aynı mesafede değildir. Devlet, toplumun bir kısmını kendi yandaşı ve taraftarı olarak görürken, diğer bir kısmını kendisine hasım olarak algılar. Devlet, yandaş ve taraftarlarına devletin tüm imkânlarını sunarken, toplumun diğer kesimlerini ise bu imkânlardan uzak tutmaktadır. Bunun içindir ki; yandaş ve taraftarlar memur olabilir; ancak hasım olarak görülen diğer toplum kesimleri memur olamaz. Devleti ve toplumu gerçekten bütünleşmiş bir ülkede böyle bir şeyden bahsedilebilir mi? Devlet, vatandaşları arasında ayrım yapabilir mi?
Türkiye’de işlerin böyle yürümesine sebep olan şey; devletin yönetimini elinde bulunduranların; kendi inanç, düşünce, ideolojik kimlik, etnik kimlik, siyasi görüş ve benzeri standartlarına uymayan kişileri dışlamasıdır. Bu dışlamayı kolayca yapmalarının sebebi, mevcut kanunların buna imkân tanımasıdır. Hukuk, devletin vatandaşları arasında ayrımcılık yapmasına olanak verecek şekilde tasarlanmaktadır. Hak ve Adalet esasına göre çıkarılmayan kanunlar; devleti birilerinin malı haline getirmekte, o birileri de devleti kendi keyiflerince idare etmektedirler.
Bir ülkenin gücü, o ülkeye hayat veren devletin ve toplumun gücünün toplamıdır. Devletin ve toplumun tek başına ürettikleri bir enerji vardır. Lakin devletin ve toplumun bütünleşerek ürettikleri enerji, tek başlarına ürettikleri enerjiden kat be kat fazladır. Devletin ve toplumun idealize edilmiş bütünselliğinin ortaya çıkaracağı sinerji, birbirinden kopuk olan devlet ve toplum yapısının üretebileceği enerjiden çok çok yüksektir.
Sinerjiyi oluşturmak, yani devleti ve toplumu aynı amaç, hedef, gaye doğrultusunda kaynaştırmak, bütünleştirmek, harmanlamak oldukça zordur.  Bunun için devletin ve toplumun olmazsa olmaz erdemlere sahip olması gerekir. Ahlaki değerlerin, devlet ve toplum tarafından benimsenmesi, erdemli devlet ve erdemli toplumun herkes tarafından arzulanır olması gerekir. İnsan fıtratında doğuştan var olan “iyi” olma potansiyelinin, “kötü”ye yenik düşmeden ortaya çıkarılması ve sonrasında muhafazası; devletin ve toplumun birlikteliği, azmi ve gayreti sayesinde mümkündür. Ahlaki değerlerler üzerine inşa edilmiş erdemli devlet ve erdemli toplum, birbiriyle sağlayacakları mükemmel uyum ve bütünleşme ile; huzurun, mutluluğun, refahın, barışın velhasıl tüm güzelliklerin yaşanacağı bir ülkenin ortaya çıkmasının ve hayat bulmasının kaynağını teşkil edecektir.
Erdemli devlet ve erdemli toplum; ancak ve ancak ahlaklı bireylerin ortaya koyabileceği bir şeydir. İnsanlar, ahlaki değerleri benimsedikçe, içselleştirdikçe ve uyguladıkça, erdemli devlet ve erdemli topluma ulaşma yolu da açılmış olur. Lakin bu uzun bir süreçtir. Eğer ki; insanlar zihnen ve ruhen çok kirlenmişlerse, süreç kaçınılmaz olarak daha da uzayacaktır. Çünkü kirlenmiş zihinlere ve çöplük haline getirilmiş ruhlara ahlaki değerleri yerleştirmek mümkün olmaz. Öncelikle zihnen ve ruhen bir arınma gerekir. Ahlaki değerlerin yeşerip hayat bulacağı zemin temiz olmazsa, bu uğurda harcanan çabaların da hiçbir anlamı olmayacaktır.
Devlet – toplum – birey arasındaki etkileşim ve dönüşüm süreklilik arz eder. Bu üçü, birbirlerini sürekli olarak iyi ya da kötü yönde etkiler. Her biri, kendi güzelliği ölçüsünde diğerlerini güzelleştirmeye ve yine her biri, kendi çirkinliği ölçüsünde diğerlerini çirkinleştirmeye çabalar. Bu süreç otomatik olarak işler ve birbirlerini iyiye ya da kötüye dönüştürme gayretleri hız kesmeden devam eder. Bu nedenle; dengeler sürekli olarak değişir. İyi ve kötü arasında daima gelgitler yaşanır. Bir insanın hayatındaki ahlaki dalgalanmalar, kısacık ömrüne sığabilirken; devletlerin ve toplumların ahlaki dalgalanmaları, insan ömrüyle kıyaslanamayacak kadar uzun zamanlarda gerçekleşmektedir.